Sağlık ve Yaşam Buluşmaları

Taşlar ve Kuşlar – Nurullah Genç

Taş denilince sadece Osman Sarı’nın Taş Gazelini hatırlamamamız lazım, taş deyince temel taşını alıp yeryüzünde şiirleştirdiğimiz taşlara buğdaylarımızı un ettiğimiz değirmen taşlarına ya da muradına eren dilberin istediği sabır taşına ya da Yunus Emre’nin “Başları ucunda hece taşları ne söylerler ne bir haber verirler” dediği taşlara kadar pek çok taşı yeryüzünde konuşabilmeliyiz. Çünkü biz taşlardan şiir oymuş bir milletin evlatlarıyız.
Kuş denince yine aklımıza çok şey gelmeli, toprak denince koca bir medeniyeti konuşabilmeliyiz, ateş denince bir başka medeniyeti konuşabilmeliyiz.


Kavramların ıstırahı manalarından uzak kaldık, sözlüklerdeki kavramları dahi yeterince bilmiyoruz. Bugün gençlerimizin 300-400 kelime ile sınırlı konuşma alanı varsa bunun ne demek olduğunu daha iyi hissederiz. Bu yüzden tavsiyem şudur ki hem çocuklarımıza hem kendimize kavramları ıstırahi anlamlarıyla ilmi anlamlarıyla öğretmenin yolunu seçelim. Çünkü insanlar kavramları öğrendiklerinde o kavramlar hayatlarına yön vermeye başlıyor.
Dil göstergeler gibidir. Bir dille ilgili birçok ayrıntıya vakıf olursanız o ayrıntılar size bir şeyler gösterecektir.

Temel taşını sağlam koymazsanız o binayı ayakta tutmanız mümkün değil.
Ama temel taşı sadece müşahhas bir bina için düşünülecek bir taş değil.
Siz eğer bir yuva kuruyorsanız, bir işe giriyorsanız, bir dernek kuruyorsanız, bir iktidar kuruyorsanız bir temel atıyorsanız demektir. Temelin taşının sağlam olması gerekir ki devamı da sağlam olabilsin.
İlk taş dendiğinde aklıma Hacerül Esved gelir. Hz. İbrahim gelir. Kâbe gelir, tavaf gelir. Çünkü Hz. İbrahim Kâbe’yi yaparken tavafın başladığı ve bittiği yerin belirlenmesi için Hacerül Esved i koymuştur. Hacerül Esved bizim için sembol bir taştır. Ancak Hacerül Esved dendiğinde aklımıza kâinatın efendisi de gelir, çünkü kendi kabilelerinin imtihanıdır Hacerül Esved aynı zamanda.
(Hacerül Esved in Kâbe’ye konmasında efendimizin hakemlik yaptığı olay anlatılıyor.)

Hacerül Esved Muhammedül Emin demektir. Bize hakemlik müessesesinin nasıl olması gerektiğini öğretir. Adil olacaksınız, hakemlik yapıyorsanız tarafların hepsini dikkate almanız gerekir. O yüzden bir taş bize çok şey söyler.

Ama en çok Yunus Emre’nin mısralarıdır aklıma gelenlerden biri:

“Başları ucunda hece taşları
Ne söylerler ne bir haber verirler.”

Taş aynı zamanda ölümü hatırlatır bana.
Hece taşları vefat eden kişinin kitabesidir.
Hece taşları sadece mezarlarda olmuyor, kutsal mekanlarda oluyor hece taşları.
Her camiinin görünen yerinde bir kitabesi var, oda o caminin hece taşıdır köşe taşıdır.

Sabır taşı yine taş dendiğinde aklımıza gelmesi gereken taşlardan biridir.bir medeniyetin nasıl çöktüğünü yerine başka bir medeniyetin nasıl kurulduğunu sabır taşı ile anlatabilirsiniz. Sabır taşı ufacık bir taştır mercimek büyüklüğünde, dertlerinizi anlattığınızda taş büyümeye başlar şişer ve sonra öyle bir hale gelir ki sizin taşıdığınız dertleri taş taşıyamaz ve infilak eder. İşte bu bana bir medeniyetin çöküşünü yerine başka bir medeniyetin kuruluşunu anlatacak kadar önemli bir taştır. Böyle olmasaydı Üstad Necip Fazıl sabır taşı piyesini yazmazdı zaten.

(Muradına eren dilber masalı anlatılıyor)

Sabır Taşı deyip geçmeyin çünkü bu masal ve bu sabır taşı bize Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Osmanlının macerasını anlatır. Çünkü biz Osmanlı yıkıldıktan sonra ölünün başında beklerken biriler tarafından derdest edilip bu ülkenin cariyesi haline getirildik. Biz hala sabır taşından medet umuyoruz hala tam uyanabilmiş değiliz. Oysa ayağa kalkıp başka şeyler yapmamız gerekiyor. Sabır taşı işte bana bunları anlatıyor.
Bu masal bu ülkeye bırakılan truva atlarının masalıdır aynı zamanda.

(Truva atının bırakılışı anlatılıyor)

O cariyenin 39 gün şehzadenin başında bekleyen köylü kızının yerini nasıl aldığını görmek istiyorsanız Çanakkale anıtının içinden bakın karşıya, Helen otelini göreceksiniz.

(İda dağlarının adının nasıl kaz dağlarına dönüştüğünü, Gargarus tepesinin adı nasıl baba tepesi oluyor onu anlatılıyor)

Sadaka taşı

O kadar güzel bir taş ki 1-1,5 metre yüksekliğinde içi oyuk kimin para bıraktığının kimin para aldığının belli olmadığı bir taş. İnsan onurunu muhtaçlar nezdinde bu kadar koruyan bir taş. Çünkü ihtiyacınız varsa alıyorsunuz sadaka verecekseniz bırakıyorsunuz fakat elinizi koyduğunuzda bıraktınız mı aldınız mı anlaşılamıyor. Bir insanın onuru bu kadar güzel korunabilir bir taşla. Biz taşla bile insanın onurunu korumuş bir milletiz.

Yolun ortasına konulmuş bir taş var birde.
(Sultanın yolun ortasına bıraktığı taş hikayesi)
Veziri azam geliyor taşı kaldırmak için bir adama ihtiyaç var diyor. Bizim kamunun en büyük problemidir işte bu taş. Herkes bir işi yaptırmak için bir adam almanın ya da bir yerlere adam koymanın derdindedir.
En son maskara tip gelir iki yüzlü, dalkavuk menfaatperest adam.
Bilirsiniz dalkavuklarla uçaklar arasında ters doğrusal bir orantı vardır.
Uçaklar inişe geçmek üzere, dalkavuklar menfaatperestler maskaralar çıkışa geçmek üzere alçalıyorlar.

En son bir adam geliyor ve efendimizin sadakanın en hafifi yolun ortasındaki taşı kaldırmaktır sözü üzerine yoldan taşı kaldırıyor. Altından bir kese çıkıyor. Kesenin içinde altınlar. Sultan içinde bir not bırakmış “Bu kesedeki altınlar elini taşın altına sokmayı becerebilenler içindir”
Taş nelerde öğretiyormuş insana inanılır gibi değil.


İşte bizim temel problemlerimizden biri bu, elimizi taşın altına sokmayı beceremiyoruz. Hatta onu bir tarafa bırakalım yolların ortasına taşlar bırakıyoruz. Tabii kimsenin şahsına söylemiyorum bunu, bu ülke insanının ortalama fotoğrafı bu. Çünkü o kadar çok taş var ki kaldırılması gereken ama baktığımızda o taşlar hala seyri sefer halinde kendi macerasına devam ediyor. Bunu iki şekilde değerlendirebilirsiniz aziz dostlar: İçimizdeki taşlar ne olacak? İçimizdeki taşları kim temizleyecek? Mesela kibir taşları var içimizde. Sahip olduklarımızla, bildiklerimizle kibirleniyoruz. Tevazu ile yürümekte zorlanıyoruz çoğunlukla. Kim temizleyecek “Allah u Ekber” diyen insanların kibir taşlarını omuzlarından. Mesela riya (gösteriş) taşı var. Onun var benim de var, o aldı ben de aldım, sen hangi arabaya biniyorsun. Ben bu tartışmaları çok gördüm. Onun için biliyorum, birçok insan farkına varmadan pek çok şeyi birilerine ifşa etme derdiyle yaşıyor. Peki nasıl temizleyeceğiz bu taşları?

Mesela vefasızlık taşı var. Vefa gösteremiyoruz eski dostlarımıza. Sıla i rahim taşları var, temizleyemiyoruz. Akrabalarımızı unutuyoruz, birbirimizi unutuyoruz hatta kendimizi unutuyoruz. Kendimize vefasızlık yapıyoruz çoğu kez.

Ve dedikodu taşı, o kadar çok ki bu taş. İki kişi bir araya gelmeyegörsün bir bakıyorsunuz üçüncü kişi sofrada. Taşlarla doyuruyoruz kalbimizi, taşlarla doyuruyoruz kendimizi farkında değiliz. Efendimiz iki arkadaşından haberdar ediliyor, onları da yemeğe çağırın dediklerinde buyuruyor ki: “Onlar karınlarını doyurdular”. Sonra onlar geldiğinde iki arkadaşa siz doyurdunuz karnınızı bekleyin denildiğinde diyorlar ki: “Efendimiz biz yemek yemedik”. Efendimiz: “Siz kardeşlerinizin etini yediniz. Az önce birilerinin aleyhinde konuşuyordunuz ya” diyorlar. İyiliğini söylemek hariç hakkında konuştuğunuz kötülüğünden ya da kusurundan bahsettiğiniz her kişinin o kusuru olsa dahi bu gıybettir, dedikodudur. Aksi halde zaten iftiradır. Ama emin olunuz ki evlerimizden sokaklarımıza kadar pek çok yerde dedikodu taşı ayaklarımıza takılıyor.
Peki başka daha neler var? Tembellik taşı. Çalışmak öyle erdemli bir şeydir ki; gece gündüz. Ama şu anda ülkemizin gündemine bakın: hashtag açılmış programlar yapılıyor emeklilik üzerine??

Ama şu ülkenin insanı çıkıp diyemiyor: “emeklilik nedir ya? Emeklilik nedir ki ben zaten ölene kadar çalışacağım. Ben zaten tembellik etmeyeceğim, üreteceğim son anıma kadar. Gücüm hiçbir şeye yetmezse bile bir fidanı alıp bahçeme dikeceğim”.Bu anlayışı kaybetmiş durumdayız. Herkes bir şekilde rahata ermenin ve o şekilde hayatını sürdürüp sona erdirmenin kavgası içerisinde. Bu da büyük bir taş.


Bir de dışımızdan ayıklamamız gereken taşlar var. Mesela bahsettiğim o bütün mitolojik tanrılar. Onlar 1000-1500 yıl önce gerçekten taştan tanrılardı. Kâbe’yi temizleyen Efendimiz asasıyla o taştan tanrıları Lat’ Uzza’yı Menat’ı yerle bir etmiş ve yıkmıştı. Çünkü ‘Lailaheillallah’ demek bu demektir. Ama bugün o taşlar naylon, plastik, sanal, dijital taşlara dönüştü. O taşlar musikiye, şiire, sinemaya girdi. Hayatımızı işgal etti. Benim ikindi namazı kılan dedem ve ninem (gördüğüm için söylüyorum) namazdan sonra oyuncakçıya gidip torunlarına superman, herkül oyuncağı alıyorsa, siz o 1000-2000 yıl önceki taşların suret değiştirerek tüm hayatımızı nasıl etki altına aldığını düşünebilirsiniz artık. Kim temizleyecek bu taşları? Camilerden ezan okunmasının anlamı, buları temizlemektir. Peki, kaç insan bunu gerçek manada farkındadır? Aile ile ilgili sosyal araştırmalara baktığınızda bize şunu gösteriyor, çocuklarımızın zihin dünyasının büyük kısmı mitolojiye ait. Çocuklar dediğim gibi Afrodit’i biliyorlar Sarıkızı bilmiyorlar. Zeus’u bilmeyen çocuk yok. Allah demeyi bilmeyen pek çok çocuk çizgi filmlerden dolayı Zeus’u söylemeyi biliyor. Araştırma sonuçları bende duruyor şu anda. Şimdi bunları kim temizleyecek?

Dış taşlara şunu da örnek verebiliriz. Buradan çıksanız bir mesire alnına gitseniz, neyle karşılaşırsınız? Hala karşılaşıyoruz: atılmış poşetler, piknik malzemeleri. Çevre kirliliği had safhada. Bizim insanımızın ayak bastığı pek çok yer kirli bırakılır. Trafikte kaç defa rastladınız camını açıp sigara izmaritini atan adama ya da içtiği bir içeceğin kutusunu atan adama. Bunların her iri taştır işte. Ayaklarımıza takılan taşlar. O kadar çok var ki. Bir de trafik taşları var. Birbirini tehdit eden insanlar, birbirleriyle kavga eden insanlar.
Ve aziz dostlar, yüreklerdeki taşlar var bir de. Taşlaşmış yürekler. Mesela bir Ayla bebek fotoğrafı vardı biliyorsunuz. Secdeye kapanmış Suriyeli çocuk fotoğrafı. Sizce milyarlarca insanın kaç tanesinin yüreğini kanattı o taş? O, çok önemli bir taştı aslında. Ama düşmedi birilerinin kalbine, çünkü kendi yürekleri taştı. Allahın insanlığa gösterdiği önemli bir fotoğraftır, o fotoğraf. Zulme uğrayan insanlar zalimlere karşı yenik duruma düşerlerse bebekleri secde vaziyetinde ölüm fotoğrafıyla onların karşısına çıkar. Bu kardeşiniz o fotoğrafı gördüğü gün, Siyah Beyaz Tabletler şiir kitabının tamamını Ayla bebekten dolayı kaleme aldı, yüreğinde hissetti o acıyı. Bunu söylemeye hakkı var. Gılgamış destanı, Manas destanından ve Ortadoğu destanlarından yola çıkarak Suriye’deki o hadiseyi siyah beyaz tabletlerde ifade etmeye çalıştı. O önemli bir hadiseydi ama acaba Amerika’nın, Almanların, Fransızların kaç tanesinin yüreğine düştü?
Ve aziz dostlar kavga taşları var bir de. İnsanların birbirlerine attıkları kavga taşları. Kelamla attıkları taşlar ve bizatihi attıkları taşlar. Konya’da bir programdaydım, ben bu taşlardan söz edince biri dedi ki: “Hocam tam da o meşhur köyün yakınındayız”. Konya’da bir köy varmış kavgalarıyla ünlü. Fıkralar türemiş oradan. Şöyle bir şey anlattılar, bir kavga esnasında birinin gözü çıkmış. Adam gözünü eliyle tutuyormuş arkadaşlarına şöyle bağırıyormuş: “Ben gidiyorum gözümü sarıp geleceğim, kavgayı soğutmayın”. Ben de güldüm, hoşuma gitti dedim ki bir insan davasına bu kadar sadık olabilir.
(Trafikle ilgili bir anı anlatılıyor)
(Kayseri uçak anısı anlatılıyor)
(Erzurum uçak sırasındaki anısı )

irbirlerine kavga taşlarını atan insanlar Efendimizin üzüm kıssasını bilselerdi. Keşke bu ülkenin her sokak başına o üzümün figürü ya da fotoğrafı asılsaydı. Onlar da bilselerdi o üzümü bana o zaman böyle davranamazlardı. İşte oturdum o üzümden yola çıkarak o gün Gülümse diye bir şiir yazdım. Şimdi o üzüm kıssasını anlatacağım ve şiiri okuyacağım size.
Efendimize arkadaşlarından birisi herhangi bir şey ikram ettiğinde tatlı ya da meyve genellikle mescidi nebevide ikram edermiş. Kendisi bir tane tadar öbürlerini arkadaşlarına dağıtırmış. Ama Ashab-ı Suffadan birisi hep üzülürmüş, benim dünyada bir şeyim yok peygamberimize de bir şey ikram edemedim, Allahım bana bir gün nasip et peygamberimize götüreyim. Bu duayla yaşayan adam bir gün bakmış ki Medine sokaklarında bedava üzüm dağıtılıyor. Hemen boş bir kap almış koşmuş demiş ki doldurur musunuz? Üzümler de iri iri güzel görünüyormuş. Ah ne de güzel üzümler demiş almış getirmiş. Mescidi nebeviye girmiş. Ey Allah’ın elçisi size hiçbir şey ikram edemedim bu zamana kadar. Gördüm ki Medine’nin sokaklarında üzüm dağıtılıyor aldım getirdim size ikram etmek için. Efendimiz kabı almış, üzümden bir tane yemiş. Tatlı tatlı tebessüm etmiş. Üzümleri birer birer yiyerek tebessüm etmiş. Kimseye bir şey vermemiş. Bütün üzümü kendisi yemiş. Üzümü ikram eden adam koşmuş gitmiş demiş ki: “Hasretime verdiği cevap tamamını yedi, yıllardır bekliyorum ya hepsini o yedi”. Efendimize sormuşlar “ey Allahın elçisi bize neden ikram etmediniz?” efendimiz buyurmuşlar ki: “üzümler o kadar acıydı, ekşiydi ki sizden birine verseydim yüzünü kırıştırsaydı o kardeşimizin mutluluğu bozulacaktı. O kardeşimizin mutluluğu bozulmasın diye bütün acı üzümleri ben yedim:” demiş işte. Bunu hatırladım. Biz acaba ne kadar tahammül edebiliyoruz birbirimizin acı üzümlerine. O kadar tahammülsüz bir topluma dönüştük ki hemen kavgalar çıkıyor.

GÜLÜMSE

Gözyaşlarına gülümse
Çünkü onlar
İçinden parçalar indirirler yeryüzüne

Dudaklarına gülümse
Kelâmın kirlendiği vakitlerde
Sessizliğin durağı
Erdemin kapısıdır onlar

Avuçlarına gülümse
Çizgilerinde kaderin kardelen tohumları

Adımlarına gülümse
Gülümse ki, ayakların
Varmasın bir ömrün cüzamlı
Küf kokan topraklarına

Ansızın yıkılan evler gibi
Yalnızlığın üzerine çökmeyen
Yüzünün cilâsı, insanlığının yurdu
Onuruna gülümse

Gülümse, gülümsediğin
Bil ki seni de bulur
O müntehâ mahşerinin rahminde

Somurtanlara gülümse
Acı çekenlere, âvârelere
Yetimlerin umutlarına gülümse
Hastalığa dûçâr olup, gündüzü
Gece olanlara, uykusuzlara
Susuzlara su ver tebessümünle
Ekmeğin kokusuyla yoğur merhametini
Sevgi kıtlığından bîçarelere
Yoksullara gülümse

Bir de gülümse, gülümsemeyi bilmeyen
Kavga nadanlarına
Bakarsın bir dolunay
Mahbûb olmuş ağlayan düşlerine

Bazen de kendi gökkubbesini
Göremeyenlere gülümse
Belki bir yağmur
Eriterek evhamlı perdeleri
Damla damla süzülür gözlerine

Bazen de bana gülümse sevdiğim
Bakarsın kanadı kırılan kuşlar
Uçmaya başlar yeniden
Kayan yıldızların çığlığı düşmez
Gün ortasında ruhumun üzerine

Bakarsın ki çiçekler
Aramızda yükselen kayaların kalbinde
Birer birer açıyorlar yeniden

Bakarsın yolunu kaybeden yolcu
Son durağına yürüyor hasretinin

Bu kadar mı zordu bir mumun alevine
Dokunmak ve sevmek ıstırabımı
Bir dalın çürüyen yaprağı mıydı hayat
Güneşi arayan gölge kimindi
Bağışla, incinen bahar
Yanan mektuplar benimse
Gel, yeniden buluşalım derinde
Çeşmelerden gökyüzüne akalım
Tut ellerimden, hadi gülümse…

Bir de değirmen taşı var. Bu değirmen taşından da söz etmek istiyorum. Çünkü gençlerimizin bizim alacağımız çok fazla ders var bu değirmen taşından. Bir insanın Sibirya macerasını sembolü. Benim yakında yeni baskısı yapılacak olan Yolar Dönüşe Gider romanında anlattığım dedemin Sibirya hatıraları. Sibirya’da dört yıl esir kalıyor, dört yıl sonra geri dönüyor. Vatanına döndüğünde ailesinden 200 kişinin yaklaşık 195inin telef olduğunu görüyor. Zaten babası, amcaları, kardeşleri esir olarak götürülüyor ve yollarda şehit düşüyorlar. Mesela düşünebiliyor musunuz trende vefat ediyor babası. Babasının cenazesini camdan aşağı bırakırlarken eliyle tutmak istiyor. Asker eline dipçikle vuruyor. Daha sonra Sibirya ormanlarında ağaç keserken askerle dost oluyorlar. Asker soruyor: “Zaten ölmüştü, neden tutmaya çalıştın? Ben de senin bileğine vurdum.”. Diyor ki: “biz cenazelerimizi kabirlerine bir gül bahçesine bırakır gibi bırakırız. Ben onu camda aşağı öyle bırakacaktım sen ona izin vermedin.” O Rus askeri bunu duyunca üzülüyor oturup ağlıyor, kalkıp sarılıyor özür diliyor.

Öyle dost oluyor ki 2-2,5 sene oralarda kalıyor ağaç kesiyor ve Rusçayı ana dili gibi öğreniyor. Ve son 1,5-2 yılı bir köyde geçiyor. Bu hatıra çok uzun ama o köydeki en önemli figürlerden birisi bir değirmen taşıdır. Öyle bir hale geliyor ki ben diyor o yörede hiç kimsenin tereddüt etmeden söyleyeceği sahibine en sadık esirdim. Benim ağam bile derdi ki “oğlum benim çocuklarım bile bana böyle çalışmaz sen nasıl çalışıyorsun” ben ona derdim ki “Allah benim hürriyetimi alıp size esir olarak getirdiyse esaretimin kıymetini bilmem gerekiyor. Eğer bir gün bu topraklardan gidersem beni yeryüzünün en sadık esiri olarak hatırlayın. Ama ben esir olmazsam yeryüzünün en yiğit adamıyım bunu bilesiniz” bu ikilem arasında kalan sahibi artık istersen seni kendi nüfusumuza kaydettirelim, tarla verelim, hayvan verelim, evlendirelim, Müslüman olarak yaşa ama bu köyde kal. Dedem de diyor ki: “Ben eğer kalacaksam bu köyde asla özgür olarak kalmam, ben bu köyde ancak esir olarak kalırım. Beni Rusya’da esaretin dışında tutacak hiçbir şey yoktur. Ben eğer hür olacaksam vatanıma giderim.”

93 harbinde oğlu ölmüş bir Rus birkaç defa kendisine suikast düzenliyor, kurşun atıyor atları güderken. Başarılı olamayınca dedem ağasına gidip diyor ki: “ Birisi beni öldürmeye çalışıyor, ölürsem şehit olurum ama haberiniz olsun.” Ağası birini tarif ediyor ve o mu diye soruyor. Dedem evet diyor. Ağası diyor ki : “ O, oğlunun intikamının peşinde. Savaşta siz Türkler öldürdüğü için adamın ruh dünyası bozuk şu anda.” Dedem, “Ama o savaşı ben çıkarmadım biz çıkarmadık, Ruslar bize sataştı” diyince ağası “O bunları düşünmüyor ona göre giden sadece oğlu. Çünkü başka kimsesi yok” diyor. Bir gün köyün etrafındaki bataklıklardan birinde boğulmak üzere olan bir adamın olduğu haberi geliyor. Dedem rahmetli der ki: “Hemen ata bindim sürdüm, gittim baktım ki beni vurmaya çalışan adam bataklığa düşmüş ve boğulmak üzere. Çenesine kadar gömülmüş omuzları da çamur içerisinde. Kimse bir şey yapamıyor. Akrabaları feryat ediyor. Aldım kementiyi Allah Bismillah dedim attım. Kement gitti tam ağzının önünde durdu, gözlerini açtı kementi gördü can havliyle kementi yakaladı ağzıyla. Çektiler çıkmaya başladı, o çıkarken ben gittim. Yalnız sonradan öğrendim ki çıkarken bütün dişleri sökülmüş. Kendisine geldiğinde sormuş beni kim kurtardı diye. Demişler ki esir. Ellerini dizine vurmuş ölseydim daha iyiydi diye. En son ağası gitmiş demiş ki ya bu senin bildiğin gibi bir insan değil bu çok iyi bir insan. Bak sen onu öldürmeye çalışırken o geldi sana kement attı, vazgeç.” Birkaç zaman sonra adam gelmiş demiş ki: “Beni bağışla, beni kurtarmanı unutamıyorum. Bundan sonra senin haminim. Bu köyde sana kim bir şey yapacaksa karşısında beni bulur.” Dedem diyor ki: “Ağam ve bu adam kafa kafaya verdiler beni köyde kalmaya ikna etmek için. Çağırdılar yanlarına, işte sana şu kadar tarla şu kadar koyun vereceğiz, nüfusa yazdıralım köyde kal. İlk defa ağladım. Köyden çıktığım andan itibaren babam da vefat etti ama hiç ağlamadım. Vatana millete dinime feda olsun dedim. İlk defa ağladım. Niye ağlıyorsun dediler. Beni göndereceksiniz vatanıma gönderin, hür yapacaksanız böyle yapın, bana bir daha bu ülkede hürriyet teklif etmeyin. Ben burada isem özgür olamam dedim. O zaman seni göndereceğiz Bekir, dediler. Beni aldı bir mutluluk. Birkaç gün sonra da kızakla değirmene gitmemiz gerekiyor. Gittik 200 e yakın kızak. 7 saatlik bir yol. Buğdayları un ettik, değirmen taşı bozuldu. Taşı kaldıracak kimse de yok. Korkuyoruz üzerimize yıkılır diye.” Dedemin boyu 2 metrenin üzerinde, Allah ona müthiş güç vermişti koca koca taşlara sarılır kaldırırdı. Dedem diyor ki: “Sırtıma bozulan değirmen taşını aldım, indirdim ve yeni taşı sırtıma aldım yerine koydum. Değirmen çalışmaya devam etti. Ama nerden bileyim ki o taş benim kurtuluşuma vesile olacaktı. Yola çıktığımızda birisi düşerse yardım etmek için 200 kızağın en arkasına geçtim. Saatlerce yol aldık, sonra 30-40 kızak ötede bir kızak dereye yuvarlandı. Atlar gömüldü, kızak gömüldü, kendisi gömüldü. Çıkması mümkün değil. El uzattı gelen kızaklara kimse yardım etmedi. En son artık benim, bana elini bile açmadı yardım etmem diye. Hemen kızağımı çektim ileriye küreğimi aldım indim yaklaşık 45 dakika 1 saat çalışarak yol açtım ve kurtardım onu. Tekrar yola koyulduk, dedim ki siz önden gidin. Adımı sordu. Bekir, dedim. Değirmen taşlarını omuzlayan adam mı, diye sordu. Dedim ki evet. Sen bir Türk esirsin dimi. Dedim evet. Sen benim hayatımı kurtardın. Biz hayat kurtarmayız, hayatları kurtaran Allah’tır, ben sadece vesile oldum, dedim. Tamam, Bekir ben seni bulurum, dedi ve yol ayrımında ayrıldık. Aradan birkaç ay geçti ben Anadolu’ya gitmek üzere yola çıktım. Kasabadan yolcu ettiler. Trene bineceğim, sadece 6. vagonda yer vardı, tam adımımı attım vagona “Bekir!” diye bir ses geldi. Üzerime alınmadım. Tekrar kalabalığın içinden aynı ses gelince döndüm, baktım ki 3. vagonun pencerelerinden birisi bana el ediyor. Fötr şapkalı grand tuvalet giyinmiş bir adam, gel yanıma otur ben 2 kişilik bilet alırım uyumak için yanım boş, dedi. Yanına oturdum ama adamı bir türlü tanıyamadım. “Tanıyamadın mı beni? Kızağımı dereden çıkarırken beni gördün. Bak ben o kişiyim sana demedim mi ben seni bulurum diye. Gördün mü tanrı bizi nasıl karşılaştırdı” dedi. Oradan buradan konuşmaya başladık. Asma köprülerin üzerinden geçerken “Bekir iyi bak hayatında bir daha bu köprüleri göremezsin” dedi. Bir baktım tren asma köprünün üzerinde beşik gibi yaylanıyor. Korktum bir anda sonra seyretmeye başladım. Biraz daha gittik sonra bir uçurumun üzerinden geçmeye başladık. Aşağı bakamazsınız başınız döner. Baktım, baktığım anda köprü yıkıldı. 1. 2. ve 3. vagonlar kurtuldu, 4. 5. ve 6. vagonlar uçuruma gitti. Bir hafta beklettiler bizi orada. Kimse sağ çıkmadı.” Dedem ağlayarak derdi ki: “Ben o gün onun kızağına elimi uzatmasaydım 6. vagonda olacaktım ve burada olmayacaktım. Onun için birbirinize yardım edin. Yardım edin, değirmen taşı varsa sırtlayın, yardım etmek üzere uzandığınız her el kendi elinizdir. Kim ki birine elini uzatırsa kendi elini tutuyor demektir.”
Bir de köşe taşları var biliyorsunuz. Bana Erzurum’u anlat diyen bir Amerikalı mimarla 2 günlük gezim olmuştu, yıl 1979. Üniversite öğrencisiyim, dolabımın kapağına şöyle yazmışım “Yirmi sene sonra Türkiye’nin tanıdığı bir şair olacağım inşallah. Yirmi sene sonra yönetim ve organizasyon profesörü olacağım inşallah.” Bir öğretim üyesinin bize vizyon, stratejiyi anlatmasının ardından kendi vizyonumu stratejimi hocayla beraber belirleyerek bunu yazmıştım. Bir hafta içerisinde de meşhur oldum üniversitede. O günlerde İngilizce çalışıyorum tercüme yapıyorum durmadan. 4 yıl aralıksız İngilizce çalıştım asistanlık sınavları için. İlk imtihan Kayseri’deydi, 12 kişiydik 11 i elendi. Yönetim kurulu beni asistanlığa almadı. Hikmeti varmış. Erzurum’a gittim 41 kişiden 40 ı elendi. Çalışmanın neticesi budur. İşte tam o günlerde bir arkadaş geldi dedi ki “Hani sen İngilizce hazırlık yapıyorsun ya kantinde bir Amerikalı mimar var onunla konuş da görelim.” Ben de hemen aşağı koştum. Adamın adı Joshua idi. Dedi ki “2 saat ücretini ödeyeceğim bana Erzurum’un tarihi eserlerini anlat.” Geldik sabır taşına işte. İktidarı başkalarına verdiğimiz için kendi eserlerimizi de unutmuşuz. Tamam, anlatırım ama önce 2 saat gidip hazırlanayım, dedim. Öyle anlaştık. Gittim, Türkçe ansiklopedi yoktu fakülte kütüphanesinde. Erzurum’un tarihi eserlerini 10 sayfa İngilizce metin olarak çıkardım, ezberledim ve yanına gittim. Ama ben ona hiçbir şey anlatamadım. 2 saatliğine ücret ödeyecekti 2 gün gezdik. Çünkü ben hangi tarihi eserden söz etsem, “Bana mimarını söyleme ben onu zaten biliyorum” dedi. En son bana ne dedi biliyor musun “Sen Erzurum’u, şehrinin tarihini bilmiyorsun. Ben senden Ulu Cami’nin mimarını istemiyorum. Ben senden Çifte Minareler’deki okuma alanlarını yapanların o taşları neden kısa mesafeli koyduklarını, öğrencileri neden eğilmek zorunda bıraktıklarını anlatmanı istiyorum. Ben senden Selçuklu ya da Osmanlı mimarisiyle ilgili bilgi istemiyorum. Ben Kaliforniya üniversitesinde mimarlık okudum. 4 yıl Osmanlı ve Selçuklu mimarisi ile ilgili hazırlık yaptım. Yüksek lisans tezimi Doğubayazıt’taki İshak Paşa Sarayı’nda yapacağım. Zaten hazırlıklıyım. Bana mimar köşe taşını koyarken neden besmele çekti bunu anlat” dedi. Ve köşe taşını gösterdi bana. Anlatamadım bilmediğim için. Yakutiye Medresesi’nin önünde dedim ki “Ayrılacağız, yazışalım”. “Ben sana yazmam, sen bana yaz, ben cevap veririm” dedi sonra adresini verdi. Karşılıklı yazışmamız lazım, dedim. “Ben sana yazmam sen yazmaya layık bir adam değilsin, sen atalarının koyduğu köşe taşının anlamını bilmeyen bir adamsın onun için ben sana yazmam” dedi. Yazmak zorundasınız yine de, Amerikalılar bir yere gittiklerinde hürmet ikram gördüklerinde en azından bir teşekkür mektubu yazarlar, dedim. “Doğru ama ben sana yazmayacağım yine de, çünkü sen kendini ve tarihini bilmeyen bir adamsın. Sen yazmaya layık bir adam değilsin. Sen atalarının balkanlardan Avrupa içlerinden Doğubayazıt’a kadar taştan oyduğu şiirleri bilmeyen bir adamsın. Peki, sen Amerikan kültürünü nereden biliyorsun” dedi. Amerikan romanlarından biliyorum, dedim. Sen hangi Amerikan yazarı okuyorsun, diye sordu. Dedim ki “ John Steinbeck okuyorum Nobel ödüllü.” Fareler ve İnsanların kahramanlarını say, dedi. Anlıyorum dalga geçtiğini ama aklıma cince bir şey geldi. Fareler ve insanların iki tane önemli kahramanı vardır. Biri Lennie diğeri George, Lennie uzun ve aptal, George kısa ve zeki. Dedim ki “George ve Lennie diye 2 kahramanı var. George bana benziyor Lennie de size benziyor.” Güldü ve “O bizim coğrafyada öyle, sizin coğrafyada uzunlar da aptal kısalar da aptal” dedi. İşte asıl ders buydu, ben Yakutiye Medresesi’nin temel taşına doğru büzüldüm, oturdum ve ağladım. Kaldırdı beni ve dedi ki “Sana neden yazmayacağımı anlatayım. Sana atalarının taştan oyduğu şiirleri anlatayım.” Tam 45 dakika fotoğraflarla çizimlerle bana Edirne’de Selimiye’yi, İstanbul’da Süleymaniye’yi, Bursa’yı, Anteb’i, Maraş’ı anlattı. Doğubayazıt’taki İshak Paşa Sarayı’nın fotoğraflarını çıkardı. “Bu bina tarihinde kalorifer teşkilatı olan tek binaydı dünyada. Onu yapanlar olsa yazardım ama sana yazmam” dedi. Ben artık dağıldım, kendimden geçtim. Bileğimden tuttu beni Erzurum’un sokaklarında gezdirdi. Tarihi binaları ve etraflarındaki çöp yığınlarını gösterdi. Üç kümbetlerin etrafındaki çöp yığınlarını gösterdi ve dedi ki “ Ataların taştan şiir oymuş onlar olsaydı yazardım sana yazmam. Ataların ne yapmış sen ne yapmışsın” dedi. Evimi üç kümbetlerin yakınında tuttum. Her gün gelip giderken onlara baktım ve kendi kendime dedim ki “Atalarının yaptıklarını öğreneceksin 100 sene sonra belki onun torunları sana yazacak.” Bana köşe taşı demeyin köşe taşı bana bunları hatırlatıyor işte.
Bir de atalarımızın taştan ortaya koyduğu kavramlar var, içlerini boşalttık. Mesela arkadaş, nereden doğmuş biliyor musunuz? Atalarımızın göçebe yaşadığı zamanlarda kendilerini emniyete almak için sırtlarını dayadıkları taşlardan doğmuştur. Çünkü onlar bir yerde konakladıklarında sırtlarını bir taşa dayayıp öyle dinlenirlermiş. Sonra sırtlarını dayadıkları dostlarını kendilerine güvendikleri biri olarak arka taşla isimlendirmişler. Arkadaş sırtımızı dayadığımızdır. Arkadaşın yanında sırdaş, sırlarımızı emanet ettiğimizdir. Mesela yoldaş, yola gittiğimizde güveneceğimiz adam demektir. Mesela haldaş, halden anlayan demektir. Karındaştan doğmuştur kardeş. Kime güveneceksiniz kardeşinize güvenmeyeceksiniz. Ve en son basit bir kavram gibi görmeyelim, yurttaş. Aynı yurtta birbirlerine sırtlarını veren insanlar. Ben bu yurtta yaşayıp ta ihanet eden insanları anlayamıyorum. İhanet ettiği halde yurttaş kelimesini dudaklarına pelesenk edenleri anlayamıyorum. Onların hiçbiri yurttaş kelimesini söylemeye hak kazanamamışlardır. Yurttaş demek bu yurdun bütün değerlerine sahip çıkmak demektir. Kavramlarımızın içini de yeniden düşünmek mecburiyetindeyiz.
Bir de gök taşları, kıyamet taşları var. Allah kuranda cehennemi anlatırken buyuruyor ki: “İnsanlardan ve taşlardan yakıtını oluşturduğum yer.” Aziz dostlar son olarak da değerli taşlar var yeryüzünü birbirine katan. Elmaslar, yakutlar, zümrütler, insanlığın başı da bu değerli taşlarla belada şu an.
Çok kısa da kuşlardan söz edeyim… Kuş diyince aklıma Hüdhüd gelir. Hüdhüd deyince aklıma Mantıku’t-Tayr gelir. (Feridüddin Atttar’ın kuşları anlattığı ünlü eseri). Hüdhüd oradaki bütün kuşların önderidir. Onlara şöyle bir konuşma yapar : “Lidersiz bir topluluk olmaz. Bizim liderimiz Simurg’dur, hep beraber Simurg’a varalım.” Bazı çatlak sesler oluşur, onları da ikna ettikten sonra uçarlar Simurga doğru. Bütün bir yolculuktan geriye sadece 30 tane kuş kalır. Simurg’a varan kuşlar onu karşılarında görünce hayret ederler, fenalaşırlar. Neden biliyor musunuz? Aradıkları kuş, Simurg dedikleri kuş kendileriymiş meğer. Simurg zaten o 30 kuşun birleşmiş haliymiş. Dönerler Hüdhüd’e, “İşte biz aslında tek bir varlıktan dünyaya geldik. Kâinatın sahibi tek bir varlıktır, biz hepimiz ondan ruh taşıyoruz. Aradığımız şey onun ta kendisidir. Onu ararken kendimizi arıyoruz” der Hüdhüd. Yani vahdet-i vücud nazariyesini Hüdhüd ile çok güzel anlatmışız.
Ebabil kuşları var, benim de yağmur şiirinde değindiğim. Ebabil kuşlarının attığı taşlarla yerle bir oldu Ebrehe’nin fil ordusu. Can kuşu var bir de, Allahın bize üflediği ruh. İbn-i Sina diyor ki: “Beden ruha giydirilmiş bir kılıftır. Ruh bedenden çıkınca bir kuş gibi beden bir posa gibi kalır ve onu alır bir çukura gömerler. Asıl olan o can kuşudur.” Bu yüzden Yunus Emre “Ölürse tenler ölür, canlar ölesi değil” demiştir. Bir de benim bir mısram var “ Bir kuş gibi çırpınan kalbimin kafesine bir avuç yem bıraksan ölür müsün a gülüm” diye.

İnsanın yeryüzüne zulmünü anlatan bir kuştur kırlangıç kuşu. Kırlangıç kuşunu hatırladıkça insanın yeryüzüne yaptığı zulmü hatırlarım. Ve onun için Siyah Gözlerine Beni de Götür şiirinde “Ya toplayın kırlangıçları ya da bu vefasız şarkıyı bitir / Özgürlüğe giden tutsaklar gibi siyah gözlerine beni de götür” diye mısralarım vardır. Çünkü kırlangıç yuvası özellikle Çinlilerin en çok sevdiği çorbanın yuvasıdır. Afyonda bir fabrikanın müzesine gittim, kırlangıç yuvası vardı. Turistler bunu görüyor mu, diye sordum. “Aman hocam, Çinliler öyle paralar teklif ediyor ki bu yuvaya” dediler. Kırlangıçlar mağara duvarlarına yuva yaparlar, o yuvalarda yumurtalarını bırakırlar. Yavrularını beslemek için uçarlar, dolaşırlar ve dönerler. Sonra insanlardan o yuvaların çorbasını çok sevenler gelir. Ellerindeki uzun sırıklarla o yuvaları bozarlar, indirirler ve çorba yapmak için götürürler. Daha trajik olanı da bir belgeselde izlemiştim bunu; geri dönen kırlangıçlar bakarlar ki yuvaları mağara duvarında yok, sanki yuvaları mağara duvarının içine girmiş gibi kendilerini mağara duvarlarına vururlar. Yaralanıp yere düşerler, ölürler. İnsanlığın yeryüzüne yaptığı zulmü en iyi anlatanlar kırlangıç kuşlarıdır.

Bir de Anka kuşu var, küllerinden yeniden doğan kuştur Anka kuşu. Efsaneye göre Hindistan’da bir dağın tepesine çıkar yılda bir defa. Heybetli ve sesi çok güzel olan bir kuştur Anka kuşu. Kanat çırpar ve öter, ötüşüyle bütün kuşlar onun etrafına toplanır. Kendisini onlara sergiler, beğendirir, alkışlatır. Onları kendine mest eder fakat kanat çırparken farkına varmadan kendisini tutuşturur ve yanar. Tıpkı Osmanlının 1600 lü yıllardan sonra kendisini tutuşturup yandığı gibi. Biz Lale Devriyle kendimizi bu şehirde sergilerken kendimizi tutuşturup yaktık. İşte o kuş kül olur, küllerinden yeni bir yumurta doğar. Yumurtadan yeni bir Kaknüs veya Anka kuşu doğar. Ve Anka kuşu kendisinden yeniden doğmayı anlatır. Anka kuşu böyledir de insan acaba böyle midir? Biz böyle olabilecek miyiz? Biz bu topraklardan bizim medeniyetimizin bayrağını yeniden dünyaya dikebilecek miyiz? Biraz da bunu düşünmemiz gerekiyor.
Ve aziz dostlar bir de karnı kınalı bir kuş vardır. O da hafife almayı anlatır. Aman kimseyi hafife almayalım ve bu kuşu hatırlayalım. İnsanların kalbini bilemeyiz. Bizim medeniyetimize göre o yüzden üstünlüğün ölçüsü Allah’a yakınlıktır. O yüzden cumhurbaşkanımızla çoban kardeşimiz aynıdır, vazifeler farklıdır sadece. İşte karnı kınalı kuş da bunu anlatır bize. Ufacık bir kuş, diğer kuşlar üstüne gülerlermiş alay ederlermiş çünkü gökyüzü dolduğunda, şimşekler çaktığında karnı kınalı kuş ayaklarını gökyüzüne dikermiş ve öylece dururmuş. Bir gün yine fırtınalı gök gürültülü bir gün bütün kuşlar bir araya toplanmış karnı kınalı kuş ise ayaklarını göğe dikmiş ve öyle durmuş. Diğer kuşlar kahkaha atmışlar. En son biri sormuş ya sen ne yapıyorsun böyle gökyüzünden yıldırımlar düşerken ayaklarını gökyüzüne dikiyorsun. Karnı kınalı kuş demiş ki: “Gökyüzü yıkılır diye tutmaya çalışıyorum.” Kahkahalar atmışlar şu zavallıya bak gökyüzünü tutacakmış, demişler. Kuş ayağa kalkmış ve onlara şöyle seslenmiş “Siz benim içimde ne olduğunu nereden biliyorsunuz?” Siz yanınızdakinin içinde ne olduğunu nereden biliyorsunuz? Hiç kimseyi hafife alamayız. Karnı kınalı kuş da bize bunu anlatıyor.
(Peygamber Efendimizin kuşu ölen çocuğa taziyeye gitmesi anlatılıyor)
(Nahl Suresi 79. Ayet: Semanın boşluğunda buyruk altına sokulmuş kuşları görmüyorlar mı? Onları (boşlukta) Allah’tan başkası tutmuyor. Kuşkusuz bunda inanan bir topluluk için ibretler vardır. )

Ve aziz dostlar bir de benim deli güvercinlerim var. Deli güvercinlerle anlatmadığım bir taşı da anlatıp, deli güvercinler şiiri ile de konuşmama son vereceğim. Anlatmadığım o taş, aç kaldıklarında Peygamber Efendimizin ve Ashabının karınlarına bağladıkları taştı. Onlar aç kaldıkların da hem açlıkları belli olmasın hem de kendilerini bastırsın diye bağırlarına taş bağlayıp gezdiler. Bir gün Ebu Hureyre anlatıyor: “İki gündür yiyecek bir şey bulamamıştım, bağrıma taş bağlamıştım. Namaz kılayım da kendimi teskin edeyim diye gece yarısı mescide gittim, bağladığım taşı çözüp kenara bıraktım ve namaza durdum. Aklıma geldi acaba peygamber tok mu diye. Sonra diğer arkadaşlarım geldi hepsi aynı soruyu sormuşlar içlerinden. En son Âlemlerin Efendisi geldi mescide. Gece yarısı iki rekât namaz kıldı selam verdi ve sizi gece yarısı buraya getiren nedir, diye. Peygamberimiz buyurdu “Ben de taş bağlamıştım birkaç gündür, sizi gecenin vaktinde bu mescide getiren neyse beni getiren de odur.” İşte bir de sine taşı var. Acaba bu sine taşını, toplumda aç kalan susuz kalan yardıma muhtaç olan kaç insana karşı hissediyoruz. Bu kadar yiyip içen bolluğun içerisindeki insanlar olarak bizler sinemizdeki taşı hissedebiliyor muyuz? Bu soruyu sormakta fayda var.

Ve aziz dostlar çocukluğumda Horasan’da kuş satıcıları vardı. Onları seyrederdim, paçalı güvercinler olurdu taklalar atarlardı. O kuşlardan bazıları sema yapar gibi kendi etraflarında dönerlerdi, uçmazlardı. Amca bu kuşlar neden uçmuyor kendi etraflarında dönüyorlar, diye sordum. Bana dedi ki “Evladım onlar deli güvercinler. Bunlara başka isim veremedim çünkü bunlar böyle sadece kendi etraflarında dönüyorlar.” Kendi etrafında dönenlere, sema yapanlara, zikir yapanlara deli deniyor. Öyle bir hale gelmiş ki bu ülke bunlara deli gözüyle bakılıyor. Namaz kılanlara bile deli diyorlar. Kendi etrafında dönmek, dönmeyen bir şey mi var? Deli güvercinler bunu anlattı bana işte. Pendik sahilinde oturuyorum bir gün, baktım güvercinleri uçuran bir adam var. Hemen yanına gittim biraz konuştuk, “Deli güvercin var mı sizde” dedim. O nasıl oluyor, diye sordu. Horasanda görmüştüm kendi etrafında dönüyorlar, diye anlattım. Adam şaşırdı ben de öyle bir güvercin yok, dedi. Güvercinlerini aldı ve gitti. Beni bir duygu aldı, oturdum ve Birkaç Deli Güvercin diye bir şiir yazdım. Şiiri dinlediğinizde göreceksiniz ki aslında bizim medeniyetimiz epey bir zamandır bir deli güvercine dönmüş bütün dünyada. Kendi etrafında dönüp duruyor. Yeniden taklalar atmamız lazım, yeniden uçmamız lazım gökyüzünde.

BİR KAÇ DELİ GÜVERCİN
Siyah belki aldatır içindeki beyazı
Talihin aynaları kırıyorsa, hüzündür
Sen yine anlamadın ne baharı, ne yazı
Beni cehennem kılan o esrarlı yüzündür

Sen küçük bir lalesin; avuçlarında nergis
Ben acının zehrine su katan hummalı dev
Gözlerinde isyanı damıtıyor kan ve sis
Gözlerimi yakıyor bu karayel, bu alev

Sen uzak bir nehirsin denizlere yabancı
Ben ruhumun çölüne göklerden su taşırım
Senin kalbinde kahra gülümseyen bir sancı
Ben kalbimi dağların derdiyle paylaşırım

Bilmem neyi aradım bir ömür kışlarında
Binbir gece yürüdüm hangi muamma için
Zümrüd-ü anka uçar senin bakışlarında
Benim rüyalarımda birkaç deli güvercin…

17 Kasım 2019/ 20 Rebi’ul evvel 1441/ İSTANBUL

(Metin çözümleme: Sümeyye Pekel Eleman, Ayşe Hümeyra Öz)