Mesnevi, Mevlana’nın en çok bilinen, orijinali Farsça olup, birçok dile çevrilen eseridir. Mevlâna Mesnevisinde anlatmak istediklerini hikayelerle anlatmış olup, farklı ve güzel sembollere yer vermiştir. Biliniyor ki, Mevlâna diğer eserlerinde de sık sık semboller kullanmıştır. Mevlâna, günümüzde İran-Afganistan civarında bulunan Belh şehri, 1207 yılı doğumludur. 1273 yılında, Konya’da vefat etmiştir ve türbesine defnedilmiştir.
Mesnevi döneminde bilim, bugünkü gibi belirli dar alanlara sıkışmış değildi. Bir tıp doktorunun mezun olduktan sonra uzmanlığını tamamlayıp, uzmanlık alanının içinde de özelleşmiş bir alanda uzman olarak mesleğine devam etmesi buna örnek olarak verilebilir. Günümüzdeki bilim insanı, geçmişte “hezarfen” olarak nitelendirilen ve “bin ilim” manasına gelen, kişinin birden fazla alanda uzman olması özelliğini taşıyan kişilere eşdeğerdi. Aynı zamanda sağlık görevlisine ulaşmak zor olduğu için kişilerin sağlıkla ilgili bilgi sahibi olması da bir ihtiyaçtı. İlaç olarak kimyasaldan ziyade insanların yedikleri ve içtikleri ilaçtan sayılırdı.
Mesnevi’nin ilk 18 beyiti Mevlâna tarafından kaleme alınmıştır. Diğer beyitleri oğlu ve talebeleri tarafından yazıya dökülmüştür.
Mevlâna ve Sağlık
“Nerede bir dert varsa deva oraya gider, su neresi alçaksa oraya akar.” (Mesnevi, II,291/1939)
“Allah-u Teala hiçbir dert yaratmamıştır ki devasını da yaratmamıştır.” Hadis-i Şerif
Buradan da anlayacağımız üzere, Mesnevi için Kur’an ve hadislerin izahıdır diyebiliriz. Mesnevi’de birçok ayet ve hadise doğrudan atıf yapılmıştır.
Mevlâna ve Hekimler
“O, tabiat hekimleri başkadır. Onlar insanın içindeki hastalığı nabzını yoklayarak anlarlar. Biz gönle vasıtasız olarak hoşça bakarız. Anlayış bakımından da bizim görüşümüz yüksektir.” (Mesnevi, III,516/27011-2.)”
Mevlâna ve Hastalık
“Haydi git, tıp kitabını oku! Kum sayısınca hastalık olduğunu görürsün.” (Tahirü’l-Mevlevi, ŞM. IV,801/15491.)
Kitaplar matbaanın olmadığı dönemlerde el yazısıyla çoğaltılırdı. Birisi bir kitabı bir kütüphanede bulduğu zaman bunu çoğaltır ve kendisi için bir nüsha çıkarırdı. Bazen tıp kitaplarını hekim olmayan kişiler de kendi hastalıkları ve sağlıkları için okuyup nüsha çıkarabilirdi. Eski tıp kitaplarının başlarında standart bir başlangıç bulunurdu. Bu başlangıç ne yenip içileceğinden, nasıl giyinileceğine kadar uzun uzun anlatıldığı, sağlığı koruma tedbirlerini içeren bir bölümdü.
“Allah, bu ilaçları insanları iyileştirmek için yarattı; bu dert de boşuna değil, deva da. Hatta hastalıkların çoğunun çaresi vardır; ciddi ve gayretle ararsan ele geçer.” (Mesnevi, V,526-7/2915-6)
“Hikmet müminin yitiğidir onu nerede bulursa alır.”
Hekim ve hikmet aynı kökten gelmektedir. Dolayısıyla hekim, hikmet sahibi olandır çıkarımını yapmak mümkündür.
Mevlâna ve Beslenme
“Perhizler ilaçların başıdır. Kaşınmak ise uyuzluğu artırır. Perhiz gerçekten de ilacın temelidir, perhiz et de canındaki gücü kuvveti gör.” (Mesnevi, I, 144/2910-11)
Günümüzde çok yemenin kuvvet getireceğine dair inancımız mevcuttur. Halbuki, çok yemenin hastalıkları da beraberinde getirdiği bir gerçektir.
“Sen cismine yağlı ve tatlı yemekler verdikçe kendi cevherinde bir semizlik göremezsin.” (Mesnevi, II, 213/265)
“Sen çok helva yersen, vücudunda çıban çıkar. Seni sıtma tutar, tabiat ve hissiyatın bozulur.” (Mesnevi, II, 328/279)
Eskiler “mizaç” olarak adlandırılan bir sistemle vücudun sağlığını korumaya çalışırlardı. Vücuttaki 4 sıvı (kan, sarı safra, kara safra ve balgam) mizacın temelini oluşturan unsurlardır. Bu 4 sıvı da 4 halle (sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve yaşlık) belirtilmektedir. Sıcak ve kuru gıdalar, vücutta kan sıvısını yükseltmekte ve ateş oluşturabilmekte, bunun sonucunda da çıbanlar çıkmaya başlayabilmektedir. Bu yüzden Mevlana, helvayı çok tüketmenin çıban çıkaracağına dikkat çekiyor.
“İnsan susuzluk hastalığına tutuldu mu, ciğere su gitmez; denizi içse bile su, başka bir yere gider. Şüphesiz karaciğeri hastalanan insanın eli, ayağı şişer, susuzluğa bir türlü kanmaz.” (Mesnevi, III, 527/2920-1)
Buradaki susuzluk hastalığı olarak bahsedilen hastalığın, karaciğer yetmezliği ya da siroz olabileceği düşünülmüştür.
“Birisi hasta olduğundan kili gıda sanarak seve seve yer. Asıl gıdasını unutmuş, kendisini hasta eden kil yemeye müptela olmuştur.” (Mesnevi II, 251/1080-1)
Anemi denilen kansızlık hastalığı olanlarda toprak yeme alışkanlığı mevcuttur. Bu kişilerin anemisi olduğu için mi toprak yeme itkisi bulunduğu yoksa toprak yedikleri için mi anemisi olduğu bilinmemektedir.
Mevlâna ve Uyku
“Bahçıvan, fidan boy atsın ve meyve versin diye o zararlı dalı budar. Ehil bahçıvan, bahçe ve meyve gelişsin, güzelleşsin diye bahçedeki otları koparır. Dost, dert ve hastalıktan kurtulsun diye de hekim çürük dişi söker.” (Mesnevi I, 190/3868-70)
Mevlâna ve Çürük Diş
“Kazara sirkengubin safrayı artırırdı.”
“Bademyağı da peklik meydana getirirdi.” (Mesnevi I, 3/53)
“Sirkengubin, Arapça sirkencubindir ki, bal ve sirkeden yapılan ve harareti teskin eden bir şerbet olup, eski tabipler, safranin izalesinde, faydalı olacağı düşüncesindedirler.” (Furuzanfar, ŞM.1.58; Ankaravari, Şarh,1,58-59; Tahirü’l-Mevlevi, ŞM.1,95; A.Gölpınarlı, MŞ. 1,73-74)
Bu beyitlerden, ilaçların zaman zaman ters etkiler de oluşturabileceği anlaşılmaktadır.
“Biz basur hastalığına tutulmuşuz sirkeyi fazlalaştırdık. Sen de balı artır ve lütfunu esirgeme.” (Mesnevi II, 287/1868)
“Ciğer hastalığını iyileştirmeye yol bulabilmek için bal ile sirke gibi karışmışım. Ey hasta! Hastalıktan kurtulunca, sirkeyi bırak, bal yemeye bak.” (Mesnevi I, 181/3663-4)
“İnci tanesini havanda döğerler, göz ışığı ve kalbin nuru olup, yücelikleri görür.” (Mesnevi I, 157/3164)
“Ziraat yapmakla topraklar başakla örtülür; saç ilacı sürmekle kıl biter ve örülecek saç durumuna gelir.” (Mesnevi II, 245/950)
“Ay ki güzellik ve parlaklık itibariyle yıldızlardan fazla iken o da dıkk illetinden hayal gibi olur.” (Mesnevi I, 136/1279) (Dıkk/İnce hastalık) (Güzellikte yıldızlardan daha parlak olan ay da ince ağrıya tutulup hilal olur.)
Eskiden veremin, insanlarda ölüme sebep olan bir hastalık olduğu bilinmektedir. Verem hastaları zayıflayarak ölmekteydi. Bu beyitte ayın hilal haline gelerek incelmesi, veremden vefat eden hastalarla benzetilmiştir.
“Bu sakin ve edib olan arzı da zelzele, sıtmaya uğramış gibi titretir.” (Mesnevi I, 137/1280)
Mevlâna ve Tedavi
Tutku
HİKAYE (Mesnevi’nin başında yer alan hikaye)
Vaktiyle bir ülkenin yönetimini üstlenmiş olan Hükümdar, yanında has adamları olduğu halde ava çıkmıştı. Seyisin seçtiği en çevik ve güzel ata binmiş, yanına burnu her türlü kokuya duyarlı av köpeklerini almış, av mevsiminde ormanda av kolluyordu. Bir orman köyünden geçerken güzellikte cennet kızlarını aratmayan bir cariye gördü. Görünce hemen gönlünü kıza kaptırdı. Adamlarına “Kabul ederse derhal bedelini ödeyin, bizimle gelsin.” diye emretti. Sordular, cariye, sahibinin de rızasıyla katıldı Hükümdar’ın heyetine. Av bitince saraya döndüler. Hükümdar, eş edindi ve tutkuyla bağlandı ona. İnsandı bu, hep aynı kararda durmuyordu. Kadın hastalandı, şiddetli bir ateşle yataklara düştü. Ülkede ne kadar ün yapmış doktor varsa çağrıldı. Hükümdar “Benim sağlığım önemli değil, şimdi size canımın canı için çağırdım. O hasta. Her kim onun iyileşmesini sağlarsa, hazinemin kapıları ona sonuna kadar açılacaktır.” Dedi. Hekimler aralarında bir heyet seçerek derhal işe koyuldular. Hastayı defalarca muayene ettiler. Doğru teşhis koyabilmek için çabaladılar. Hekimbaşı, merak içinde bekleyen Hükümdar’a “Sultanım… Siz kaygılanmayın, onu tedavi edeceğiz, elimizde çeşitli ilaçlar var.” dedi.
Tedaviye başladılar. Aradan günler geçti. Cariye bir türlü iyileşmiyor, günden güne eriyip gidiyor, sararıp soluyordu. Hükümdar, doktorların çaresizliğini görünce, iki rekât namaz kılarak istiğfarda bulundu, ellerini açıp dua etmeye başladı. Bu haldeyken uyuyakaldı. Düşünde ak saçlı bir ihtiyar, “Müjdeler olsun ey Hükümdar!” diyordu. “Dileğin kabul edildi. Yarın sarayına bizden biri gelecek, onu hemen kabul et ve hastanı göster.”
Hükümdar sevinçle uyandı. Sabahı pencereden gözledi. Güneşin ilk ışıklarıyla birlikte bir pir çıkageldi. Hükümdar hemen kapıları açtırdı, buyur etti adamı. Hal hatır sorup söyleştikten sonra kadının yanına götürdü. Adam kadını muayene etti ve “Hekimleriniz onu mahvetmiş! Şimdi herkes çıksın odadan, onunla yalnız kalmalıyım.” dedi. Odayı boşalttılar. Adam, kadının nabzını tutu, kadına kim olduğunu, memleketini, hayatını, ailesini sordu. Bütün sırlarını öğrendi. Nabzını tutarken hangi adı söylediğinde fazla atıyorsa onun üzerinde durarak daha ayrıntılı sorular sordu. Kadın, Semerkant’tan ve altından söz edilince heyecanlanıyor, nabzı fırlıyordu.
Adam, Hükümdar’a giderek “Senin cariye… Semerkantlı bir kuyumcuya aşık. Buna gönül hastalığı denir. Sevgilisine kavuşmazsa kesin ölür, artık sen bilirsin.” Diyor. Hükümdar, gönül hastalığının önü alınmazsa ölümcül olduğunun farkındaydı. Derhal adamlarına emir verdi. Semerkant’taki kuyumcuyu bulup getirdiler. Onları evlendirdi. (N. Tarhan, Mesnevi Terapi. S. 121-123.)
MUTLU SON (MU?)
HİKAYENİN SONU
Bu evlilik altı ay sürer. Daha sonra hekim bir şurup hazırlayarak kuyumcuya verir ve kuyumcu yavaş yavaş erimeye ve çirkinleşmeye başlar. Kuyumcu durumu anladığında iş işten geçmiştir. Bu şekilde öldürülmesinin zulüm olduğunu, esasen kendisinin kolay kolay ölmeyeceğini, bu durumun geyiğin miski için öldürülmesine benzediğini söyler. Kısa bir süre sonra da ölür. Kuyumcunun şurup etkisiyle çirkinleşip ölmesiyle cariyenin ona olan sevgisi sona erer ve böylece hastalıktan kurtulur. Padişah ve cariye evlenir.
Hikâyenin başında Mevlâna şöyle demiştir: “Dostlar, bu hikayeye kulak veriniz! Bu hikâye hakikatte bizim halimizin ta kendisidir.”
Bu hikayedeki sembollere bakıldığında; padişah ruhu, cariye nefsi, kuyumcu heves ve hevayı, tabipler sahte mürşitleri, sonradan gelen tabip ise gerçek mürşidi temsil etmektedir. Yani bu hikâyede padişahın kuyumcuyu öldürmesi, ruhun nefsi heves ve hevadan kurtarmasını ifade etmektedir.
Hikâyenin devamında Mevlana şöyle devam etmektedir: “Padişah o kanı şehvet uğruna dökmedi. Suizanda bulunma, münakaşayı bırak! Sen onun hakkında kötü ve pis iş işledi deyip fena bir zanda bulundun. Su süzülüp durulunca, berrak bir hale gelince bu berraklıkta bulanıklık ve tortu kalır mı, süzülüş suda tortu bırakır mı? Bu riyazatlar, bu cefa çekmeler, ocağın posayı gümüşten çıkarması içindir. İyinin, kötünün imtihanı, altının kaynayıp tortusunun üste çıkması içindir. Eğer işi Tanrı ilhamı olmasaydı o, yırtıcı bir köpek olurdu, padişah olmazdı. Şehvetten de tertemizdi, hırstan da nefis isteğinden de. Güzel bir iş yaptı, fakat zahiren kötü görünüyordu. Hızır, denizde gemiyi deldiyse de onun bu delişinde yüzlerce sağlamlık var. O kadar nur ve hünerle beraber Musa’nın vehmi, ondan mahcuptu; artık sen kanatsız uçmaya kalkışma! O, kırmızı güldür, sen ona kan deme. O, akıl sarhoşudur, sen ona deli adı takma! Onun muradı Müslüman kanı dökmek olsaydı kafirim, onun adını ağzıma alırsam! Arş kötü kişinin övülmesinden titrer; suçlardan ve şüpheli şeylerden korunan kişi de methedilince, metheden kişi hakkında fena bir zanna düşer. O padişahtı, hem de çok uyanık bir padişah. Has bir zattı, hem de Tanrı hası. Bir kişiyi böyle bir padişah öldürürse onu, iyi bir bahta eriştirir, en iyi bir makama çeker, yüceltir. Eğer onu kahretmede yine onun için bir fayda görmeseydi; o mutlak lütuf, nasıl olur da hakretmeyi isterdi? Çocuk hacamatçının neşterinden titrer durur, esirgeyen ana ise onun gamından sevinçlidir. Yarı can alır, yüz can bağışlar. Senin vehmine gelmeyen o şey yok mu? Onu verir. Sen kendince aklından bir kıyas yapmaktasın ama çok, pek çok uzaklara düşmüşsün; iyice bak!” (Mesnevi I/230-244)
Dr. Öğr. Üyesi Mahmut Tokaç
https://www.youtube.com/watch?v=d03HziagVrU&ab_channel=SAYADER
Comments are closed.